Plak Sararır mı? — Toplumsal Yapıların, Eşitsizliklerin ve Kültürel Belleğin Renk Değişimi
Bir plak elimde sararmış kapağıyla duruyor. Zaman, mürekkebi silmiş, kenarlarını yıpratmış ama içindeki ses hâlâ aynı sıcaklıkta dönüyor. Bu görüntü bana hep aynı soruyu düşündürmüştür: Gerçekten sararan şey plak mı, yoksa toplumun ona biçtiği değer mi? Bu “sararış”, sadece fiziksel bir bozulma değil; toplumsal belleğin, cinsiyet rollerinin, sınıfsal eşitsizliklerin ve kültürel temsillerin de solması anlamına geliyor olabilir mi?
Plak Kültürü: Sesin Cinsiyeti ve Sınıfsal Hafızası
Plak, bir dönem “yüksek kültür”ün sembolüydü. Ancak kimlerin o kültüre dahil olabildiği hep tartışmalıydı. 20. yüzyılın ortalarında müzik endüstrisi büyük ölçüde erkeklerin elindeydi; kadın sanatçılar çoğu zaman “evde şarkı söyleyen” figürler olarak görülürken, prodüktör koltuklarında oturanlar erkekti. Kadın sanatçıların sesi plaklara kazındığında bile, o sesler çoğunlukla erkek üretim süreçlerinin süzgecinden geçiyordu. Örneğin 1960’ların Türkiye’sinde plak kapaklarında kadınlar “güzel yüz” olarak konumlanırken, arka planlarda şarkı sözlerini yazan, müziği düzenleyen isimlerin çoğu erkekti.
Bu durum, Judith Butler’ın toplumsal cinsiyet performativitesi teorisiyle de ilişkilendirilebilir: Kadınlar sahnede veya plakta “kadınlık” performansını sergilerken, bu performans sistem tarafından ödüllendiriliyor ama aynı zamanda sınırlanıyordu. Ses bile toplumsal cinsiyet kodlarıyla biçimleniyordu.
Sınıfsal olarak bakıldığında da, plak dinlemek bir dönem ayrıcalıktı. Alt sınıflar için radyo, orta sınıf için kaset, üst sınıf için plak vardı. Bu ayrım sadece ekonomik değil, kültürel sermayenin de bir göstergesiydi. Pierre Bourdieu’nün “zevklerin toplumsal belirlenimi” kavramını hatırlarsak, plak koleksiyonu yapmak bir beğeni göstergesi olduğu kadar, sınıfsal bir kimlik ilanıydı.
Peki bugün, nostaljinin romantize ettiği o plak kültürü, geçmişteki eşitsizlikleri de aynı romantizmle mi saklıyor?
Irk, Kimlik ve Silinen Sesler
Plak tarihine baktığımızda, beyaz olmayan sanatçıların hikâyeleri sıklıkla arka planda kalmıştır. Amerika’da blues ve caz müziği siyah sanatçılar tarafından doğmuş olsa da, bu müziklerin ilk büyük plak kayıtlarını yapanlar genellikle beyaz şirketlerdi. Mamie Smith’in 1920’de kaydettiği ilk siyah kadın vokal plağı “Crazy Blues”, bu sessizliği kıran önemli bir dönüm noktasıydı. Ancak Smith’in başarısı bile, uzun yıllar sistematik ırkçılığın gölgesinde unutuldu.
Bu durum, kültürel üretim araçlarına erişimin ırksal eşitsizliklerle nasıl kesiştiğini gösterir. “Plak sararır mı?” sorusuna buradan bakarsak, evet — çünkü tarih boyunca sararan şey sadece materyal değil, temsil edilmeyen kimliklerin hikâyeleridir.
Kadınların Deneyimi: Sesin Taşıdığı Yük
Birçok kadın için plak, özgürlüğün de tutsaklığın da sembolü olmuştur. Sezen Aksu’nun “Firuze”si, kadınların toplumda unutulmaya yüz tutmuş kimliklerini yeniden görünür kılar; sesiyle kırılganlığı ve gücü aynı anda taşır. Ancak kadın sanatçıların medyada nasıl sunulduğuna baktığımızda, hâlâ “güzellik” ve “gençlik” üzerinden değerlendirildiklerini görürüz. Bu, toplumsal normların sanata bile sızdığını gösterir.
Kadınların müzik üretiminde karşılaştığı engeller sadece bireysel değil, yapısaldır. Kadınların “prodüktör” ya da “teknisyen” olarak müzik endüstrisinde az temsil edilmesi, teknolojik alanların maskülenleştirilmesiyle doğrudan bağlantılıdır. Yani, plakta çalan ses kadın olabilir; ama sesi kaydeden eller çoğunlukla erkek olmuştur.
Erkeklerin Rolü: Dönüştürücü Bir Dinleme Kültürü Mümkün mü?
Bu noktada erkeklerin rolü önem kazanır. Erkek dinleyiciler ya da üreticiler, müzik tarihindeki bu asimetrileri fark edip çözüm üretme sorumluluğunu taşıyabilirler. Ancak bu “sorumluluk”, suçluluk duygusu üzerine değil, dayanışma üzerine kurulmalıdır. Bazı erkek sanatçılar bu konuda öncü olmuştur. Örneğin Fikret Kızılok, “özne olarak erkekliği” sorgulayan şarkı sözleriyle dönemin kalıplarını kırmaya çalışmıştır.
Çözüm odaklı yaklaşımlar, sadece temsiliyetin artırılmasıyla değil, dinleme alışkanlıklarının da dönüşmesiyle mümkündür. Dinleyici, artık sadece müziği değil, arkasındaki emeği, sesi, görünmez olanı da duymalıdır.
Toplumsal Normların Sararması
Bir plağın sararması, onun tarihsel değerini azaltmaz; hatta o sararmışlık, bir hikâyeyi anlatır. Ama toplumsal normların sararması başka bir şeydir — o, duyarsızlaşmanın, değişime direncin işaretidir. Toplum, eşitsizlikleri “alışılmış” hale getirdikçe, kolektif belleğimizdeki renkler solar. Cinsiyetçi sözleri normalleştiren, ırkçılığı nostaljiyle kapatan, sınıf farklarını “zevk farkı” diye meşrulaştıran her pratik, o plağın kapağındaki sarılığı biraz daha artırır.
Araştırmaların Gösterdiği Gerçeklikler
2019 UNESCO raporuna göre, müzik endüstrisinde kadınların üretim alanlarında temsili %20’nin altında. ABD kayıt endüstrisinde siyah kadın prodüktör oranı ise %2’den az. Bu veriler, yaratıcı alanların da tıpkı diğer toplumsal yapılar gibi patriyarka ve ırkçılık tarafından şekillendirildiğini kanıtlıyor.
Bu noktada sanatın “özgür alan” olduğu inancı sorgulanmalı: Gerçekten özgür mü, yoksa sadece bazılarına mı özgür?
Kişisel Deneyim: Bir Plak ve Bir Hafıza
Kendi koleksiyonumdaki sararmış bir Ajda Pekkan plağına her baktığımda, onun sadece bir müzik nesnesi olmadığını fark ediyorum. O plak, aynı zamanda kadın emeğinin, dönemin toplumsal baskılarının ve görünmeyen hikâyelerin bir taşıyıcısı.
O sarı ton, bana sadece zamanın geçtiğini değil, geçmişte unutturulan seslerin yeniden hatırlanması gerektiğini söylüyor. Çünkü bazı şeyler sarardıkça değil, hatırlandıkça değerlenir.
Tartışma Soruları
- Plak kültürü, nostaljinin ardına gizlenmiş toplumsal eşitsizlikleri nasıl yansıtıyor olabilir?
- Kadın ve erkek sanatçılar için “ses” aynı özgürlük alanını mı temsil ediyor?
- Dinleyici olarak bizler, geçmişteki sessizlikleri bugün nasıl telafi edebiliriz?
- Bir eserin “sararışı” bize neyi unuttuğumuzu hatırlatıyor?
Sonuç
“Plak sararır mı?” sorusunun cevabı hem evet hem hayırdır. Evet, çünkü zaman her maddeyi yıpratır. Hayır, çünkü bazı sesler, sararsa da silinmez. Ancak asıl mesele plakların değil, toplumun sararıp sararmadığıdır. Cinsiyet, ırk ve sınıf üzerinden şekillenen eşitsizlikler fark edilmedikçe, en temiz vinil bile içten içe renk değiştirir.
Belki de asıl yapmamız gereken, o sararmış plakları parlatmak değil; onları öylece, tüm geçmişleriyle görmek, duymak ve anlamaktır.
Bir plak elimde sararmış kapağıyla duruyor. Zaman, mürekkebi silmiş, kenarlarını yıpratmış ama içindeki ses hâlâ aynı sıcaklıkta dönüyor. Bu görüntü bana hep aynı soruyu düşündürmüştür: Gerçekten sararan şey plak mı, yoksa toplumun ona biçtiği değer mi? Bu “sararış”, sadece fiziksel bir bozulma değil; toplumsal belleğin, cinsiyet rollerinin, sınıfsal eşitsizliklerin ve kültürel temsillerin de solması anlamına geliyor olabilir mi?
Plak Kültürü: Sesin Cinsiyeti ve Sınıfsal Hafızası
Plak, bir dönem “yüksek kültür”ün sembolüydü. Ancak kimlerin o kültüre dahil olabildiği hep tartışmalıydı. 20. yüzyılın ortalarında müzik endüstrisi büyük ölçüde erkeklerin elindeydi; kadın sanatçılar çoğu zaman “evde şarkı söyleyen” figürler olarak görülürken, prodüktör koltuklarında oturanlar erkekti. Kadın sanatçıların sesi plaklara kazındığında bile, o sesler çoğunlukla erkek üretim süreçlerinin süzgecinden geçiyordu. Örneğin 1960’ların Türkiye’sinde plak kapaklarında kadınlar “güzel yüz” olarak konumlanırken, arka planlarda şarkı sözlerini yazan, müziği düzenleyen isimlerin çoğu erkekti.
Bu durum, Judith Butler’ın toplumsal cinsiyet performativitesi teorisiyle de ilişkilendirilebilir: Kadınlar sahnede veya plakta “kadınlık” performansını sergilerken, bu performans sistem tarafından ödüllendiriliyor ama aynı zamanda sınırlanıyordu. Ses bile toplumsal cinsiyet kodlarıyla biçimleniyordu.
Sınıfsal olarak bakıldığında da, plak dinlemek bir dönem ayrıcalıktı. Alt sınıflar için radyo, orta sınıf için kaset, üst sınıf için plak vardı. Bu ayrım sadece ekonomik değil, kültürel sermayenin de bir göstergesiydi. Pierre Bourdieu’nün “zevklerin toplumsal belirlenimi” kavramını hatırlarsak, plak koleksiyonu yapmak bir beğeni göstergesi olduğu kadar, sınıfsal bir kimlik ilanıydı.
Peki bugün, nostaljinin romantize ettiği o plak kültürü, geçmişteki eşitsizlikleri de aynı romantizmle mi saklıyor?
Irk, Kimlik ve Silinen Sesler
Plak tarihine baktığımızda, beyaz olmayan sanatçıların hikâyeleri sıklıkla arka planda kalmıştır. Amerika’da blues ve caz müziği siyah sanatçılar tarafından doğmuş olsa da, bu müziklerin ilk büyük plak kayıtlarını yapanlar genellikle beyaz şirketlerdi. Mamie Smith’in 1920’de kaydettiği ilk siyah kadın vokal plağı “Crazy Blues”, bu sessizliği kıran önemli bir dönüm noktasıydı. Ancak Smith’in başarısı bile, uzun yıllar sistematik ırkçılığın gölgesinde unutuldu.
Bu durum, kültürel üretim araçlarına erişimin ırksal eşitsizliklerle nasıl kesiştiğini gösterir. “Plak sararır mı?” sorusuna buradan bakarsak, evet — çünkü tarih boyunca sararan şey sadece materyal değil, temsil edilmeyen kimliklerin hikâyeleridir.
Kadınların Deneyimi: Sesin Taşıdığı Yük
Birçok kadın için plak, özgürlüğün de tutsaklığın da sembolü olmuştur. Sezen Aksu’nun “Firuze”si, kadınların toplumda unutulmaya yüz tutmuş kimliklerini yeniden görünür kılar; sesiyle kırılganlığı ve gücü aynı anda taşır. Ancak kadın sanatçıların medyada nasıl sunulduğuna baktığımızda, hâlâ “güzellik” ve “gençlik” üzerinden değerlendirildiklerini görürüz. Bu, toplumsal normların sanata bile sızdığını gösterir.
Kadınların müzik üretiminde karşılaştığı engeller sadece bireysel değil, yapısaldır. Kadınların “prodüktör” ya da “teknisyen” olarak müzik endüstrisinde az temsil edilmesi, teknolojik alanların maskülenleştirilmesiyle doğrudan bağlantılıdır. Yani, plakta çalan ses kadın olabilir; ama sesi kaydeden eller çoğunlukla erkek olmuştur.
Erkeklerin Rolü: Dönüştürücü Bir Dinleme Kültürü Mümkün mü?
Bu noktada erkeklerin rolü önem kazanır. Erkek dinleyiciler ya da üreticiler, müzik tarihindeki bu asimetrileri fark edip çözüm üretme sorumluluğunu taşıyabilirler. Ancak bu “sorumluluk”, suçluluk duygusu üzerine değil, dayanışma üzerine kurulmalıdır. Bazı erkek sanatçılar bu konuda öncü olmuştur. Örneğin Fikret Kızılok, “özne olarak erkekliği” sorgulayan şarkı sözleriyle dönemin kalıplarını kırmaya çalışmıştır.
Çözüm odaklı yaklaşımlar, sadece temsiliyetin artırılmasıyla değil, dinleme alışkanlıklarının da dönüşmesiyle mümkündür. Dinleyici, artık sadece müziği değil, arkasındaki emeği, sesi, görünmez olanı da duymalıdır.
Toplumsal Normların Sararması
Bir plağın sararması, onun tarihsel değerini azaltmaz; hatta o sararmışlık, bir hikâyeyi anlatır. Ama toplumsal normların sararması başka bir şeydir — o, duyarsızlaşmanın, değişime direncin işaretidir. Toplum, eşitsizlikleri “alışılmış” hale getirdikçe, kolektif belleğimizdeki renkler solar. Cinsiyetçi sözleri normalleştiren, ırkçılığı nostaljiyle kapatan, sınıf farklarını “zevk farkı” diye meşrulaştıran her pratik, o plağın kapağındaki sarılığı biraz daha artırır.
Araştırmaların Gösterdiği Gerçeklikler
2019 UNESCO raporuna göre, müzik endüstrisinde kadınların üretim alanlarında temsili %20’nin altında. ABD kayıt endüstrisinde siyah kadın prodüktör oranı ise %2’den az. Bu veriler, yaratıcı alanların da tıpkı diğer toplumsal yapılar gibi patriyarka ve ırkçılık tarafından şekillendirildiğini kanıtlıyor.
Bu noktada sanatın “özgür alan” olduğu inancı sorgulanmalı: Gerçekten özgür mü, yoksa sadece bazılarına mı özgür?
Kişisel Deneyim: Bir Plak ve Bir Hafıza
Kendi koleksiyonumdaki sararmış bir Ajda Pekkan plağına her baktığımda, onun sadece bir müzik nesnesi olmadığını fark ediyorum. O plak, aynı zamanda kadın emeğinin, dönemin toplumsal baskılarının ve görünmeyen hikâyelerin bir taşıyıcısı.
O sarı ton, bana sadece zamanın geçtiğini değil, geçmişte unutturulan seslerin yeniden hatırlanması gerektiğini söylüyor. Çünkü bazı şeyler sarardıkça değil, hatırlandıkça değerlenir.
Tartışma Soruları
- Plak kültürü, nostaljinin ardına gizlenmiş toplumsal eşitsizlikleri nasıl yansıtıyor olabilir?
- Kadın ve erkek sanatçılar için “ses” aynı özgürlük alanını mı temsil ediyor?
- Dinleyici olarak bizler, geçmişteki sessizlikleri bugün nasıl telafi edebiliriz?
- Bir eserin “sararışı” bize neyi unuttuğumuzu hatırlatıyor?
Sonuç
“Plak sararır mı?” sorusunun cevabı hem evet hem hayırdır. Evet, çünkü zaman her maddeyi yıpratır. Hayır, çünkü bazı sesler, sararsa da silinmez. Ancak asıl mesele plakların değil, toplumun sararıp sararmadığıdır. Cinsiyet, ırk ve sınıf üzerinden şekillenen eşitsizlikler fark edilmedikçe, en temiz vinil bile içten içe renk değiştirir.
Belki de asıl yapmamız gereken, o sararmış plakları parlatmak değil; onları öylece, tüm geçmişleriyle görmek, duymak ve anlamaktır.